04 Mayıs 2025

ŞAİR EVLENMESİ - İbrahim ŞİNASİ (İnceleme)

Gönderen MGK on 19:49 with Yorum Yok

Şair evlenmesi - Şinasi

 Türk Edebiyatı'nın klasiklerinden olan bir eser ve ben de çok severek okudum. Çerezlik bir eser olup bir yandan kahvenizi yudumlayıp diğer yandan okuyabileceğiniz güzel bir hikaye. Tiyatro türünü severim ancak pek okuma fırsatı bulamıyorum. Tiyatro eserlerini tek oturuşta okumayı tercih ederim. Bu eseri de arkadaşımın nöbetinin bitmesini beklerken okudum ve şipşak bitirdim. Tek perdelik bir eser olmasının da etkisi var tabi. Şair Evlenmesi'nin edebiyatımızın ilk tiyatro eseri olduğunu belirtmek boynumun borcu. Tercüman-ı Ahval gazetesinde 1860 yılında yayınlanmış. Yayınevi hikayenin sonunda bir örneğini basmış sağ olsun. 

Sevmediğim bir durum vardı bu kitapta; yayınevi kitabın başında ve sonunda olmak üzere iki tane inceleme derlemesi eklemiş. Sondakini yine bir şekilde anlarım ama baştaki, hikayeyle ilgili okudukça keşfetmeyi beklediğim ayrıntıları irdelemiş. Hazırlayan kişi veya kişilerin bunu göz önünde bulundurmasını isterdim ki bu durumla sadece bu kitapta karşılaşmadım. Keza Cesur Yeni Dünya'da da aynı şekilde ön yazı niyetiyle okurlara sunulmuş -en azından benim tercih ettiğim yayınevi bunu müstehak görmüş okurlarına. 


Hikaye genel anlamda görücü usulü evlilikleri şaka yollu eleştirmek amaçlı yazılmış görünüyor. Ana karakterimiz Müştak Bey'i sevdiği kadın olan Kumru Hanım yerine onun ablasıyla zorla evlendirilmesini daha sonra da rüşvet ile ablası yerine Kumru Hanım'la tekrar evlenmesini şaka yollu bir şekilde ve evlilik hakkında güzel öğütler vererek anlatmış Şinasi.


01 Mayıs 2025

FAHRENHEIT 451 - Ray BRADBURY (İnceleme)

Gönderen MGK on 16:05 with Yorum Yok

 

Fahrenheit 451 - Ray Bradbury

Bu aralar işe gidip gelirken yolda aşağı yukarı beş saat geçirdiğim için bu süreyi değerlendirerek bol bol kitap okuma fırsatı oluşturdum kendime. Tabi bu boşlukta okuduğum ilk kitap Fahrenheit 451 olmasa da pek fazla distopik veya bilim kurgu kitapları okumadığım için bu “Trafikte Okuduklarım” serisine bu kitapla başlamayı tercih ettim. Yazının içeriğinde kitapta yaşanan olaylar hakkında önceden bilgi sahibi olabilirsiniz,uyarımı şimdiden yapıyorum.

Öncelikle distopya hakkındaki düşüncelerime gelirsek; - aralarında 1984, Cesur Yeni Dünya gibi kitapların olduğu- okuduğum birkaç kitaba dayanarak distopya türünün pek benim tarzım olmadığı söylenebilir. Belki de bana bu türü sevdirecek kitabı henüz okumamışımdır. Yazarların oluşturduğu bu distopyanın fazla zorlama olduğu düşüncesi kitaplara odaklanmamı zorlaştırdı ne yazık ki. Ya da çevirmenden kaynaklıdır bu durum. Ancak şunu belirtmemde fayda var ki İthaki Yayınlarının son zamanlardaki çeviri dili kitapları anlamamı ve kitabın dünyasına girmemi zorlaştırıyor. Uzun süredir bu yayından hiç kitap okumadım o yüzden biraz hayal kırıklığına uğradığım söylenebilir.

Kitaba gelecek olursak; kitap okumanın suç sayıldığı ve insan ilişkilerinin yok denecek kadar az olduğu, sanal(?) arkadaşlar ve akrabaların olduğu bir dünyada görevleri artık yangın söndürmek değil de ihbar üzerine gittikleri yerlerdeki kitapları yakmak olan itfaiyecilerden biri olan Montag’ın, bir gece yine işten eve dönerken karşılaştığı Clarisse adlı bir kız sayesinde bulunduğu dünyanın düzenini sorgulamaya girmesiyle başlıyor kitap.  Günün birinde yine yakmaya gittikleri bir evde bir kadının kitapları uğruna canından vazgeçecek olması onu iyice düşündürerek kitapları merak etmesine ön ayak olur. Merakına yenik düşerek kaşla göz arasında kitaplardan birini –ilerleyen sayfalarda bunun aldığı ilk kitap olmadığı anlaşılıyor- kıyafetlerinin içine sokar ve evine döner. Tabi o dünyada gerçek olmayan akrabalar ve aileler varken -ki bu aileler büyük ekranlar aracılığıyla evlerinin kocaman odalarında her zaman onlarla beraberler- ve elinde resmen bir suç aleti taşıyorken aklı selim bir şekilde düşünmesi de bir hayli zorlaşır. Gerek eşinin gerekse iş arkadaşlarının anlayışsızlıkları olsun düşünce dünyası iyice alt üst olur. Montag'ın iş yerindeki üstü ondaki değişiklikleri fark eder ve onunla bir konuşma gerçekleştirir. Bu merakının doğal olduğunu ve hemen hemen bütün itfaiyecilerin ömürlerinde bir kere olsun yaktıkları nesnelerin neler barındırdığını bilmek istemesinin bir yanlış olmadığını söyler. Daha sonra Montag eşine durumu açar ve aldığı kitaplardan bahseder. Fakat ne yazık ki eşi onu anlamaz ve onu yarı yolda bırakarak Montag'ı evde kitap bulundurduğu için ihbar eder. Tabi ki eve gelen ekip Montag'ın ekibidir. Yüzbaşı Beatty -Montag'ın üstü- söyledikleriyle Montag'ı kızdırmaya çalışıp kendine olan hakimiyetini kaybetmesini sağlamaya çalışır ancak bu yaptığı ters teper ve Montag elindeki ateşleyiciyle Beatty'i ateşler içinde bırakıp kaçar. 

Montag kitap okumanın bir suç sayıldığı bu dünyada çevresinde onu anlayacak hiç kimsenin olmadığına karar verir ve bir yıl önce bir parkta karşılaştığı eski bir profesörden kaçmasına yardım etmesini ister. Profedör ilk başta tereddütle yaklaşsa da sonrasında kararını değiştirir ve onun kaçmasına yardım eder. Ve yine her zaman -distopyalarda- olduğu gibi bu robotlaşmış veya bastırılmış toplumdan ayrı hâlâ eskisi gibi yaşayan ufak bir azınlığın şehirlerden uzak olan yerlerine ulaşmayı başarıp orada yaşamını devam ettirir. 

İndirimden yararlanıp yeni bir tür denemek amacıyla aldım Fahrenheit 451'i ancak pek sevdiğim söylenemez. Distopya türünün bana göre olmadığına kanaat getirmiş durumdayım. Aldığım ve kitapseverlerin çoğunun ayılıp bayıldığı çoğu kitap pek bana hitap etmedi. Distopya denince her zaman insanlığın robotlaşması ya da bir sürü psikolojisi içinde olduğu bir dünya oluşturuluyor ve bu konunun altı pek de doldurulmuyor. İşlenen ana başlıklar şunlar oluyor genelde; üreme, yaşama ve insanlığın baskı altına alınma gerekçeleri. Tabi şimdilik okuduklarım distopya türünün ilk örnekleri belki ileriki çalışmalarda daha özgün konular işleniyordur. Şu anki değerlendirmelerim bu ilk örneklere dayanıyor. Yine de fikrim değişir umuduyla distopya türünde ilgimi çeken kitapları okumaya devam edeceğim.
Sağlıcakla kalın

11 Mayıs 2020

ZEMBEREKKUŞU'NUN GÜNCESİ: Haruki MURAKAMİ (İnceleme)

Gönderen MGK on 01:25 with Yorum Yok




Spoiler içerir.


Yine bir Murakami kitabı. Daha önce de belirttiğim gibi adamın yazım tarzı ve kurduğu olay örgüleri beni kendine aşırı derecede bağımlı etmiş durumda. Sadece bu kitapta bazı kısımların aniden kesilip araya sıkıştırılan mektup tarzı şeyler bende biraz kafa karışıklığı yarattı ama genel olarak aşırı beğendim kitabı. Ki zaten okurken kitap beni o kadar çok içine çekti ki uzun bölümlerin bile hemencecik sonunu getiriyordum. Hatta "Bugünlük yeter, şurayı da bitireyim." dedikten sonra bile insanın elinden bırakası gelmiyor kitabı. Genel olarak birden fazla insanın birbirine geçmiş yaşamlarını anlatıyor. Hikayesini merak etmediğim bir iki karakter vardı ve gerçekten kitapta olmalarını bile istemiyordum ama onlarsız da bu kitap olmazdı.

Toru Okada ağabeyimizin yaklaşık son iki yıl başından geçen olayları anlatıyor. Tabi bunun yanında olaylara dahil olan diğer karakterlerin de hayatlarına değinmiyor değil. Açıkçası beni en çok etkileyeni Teğmen Mamamiya'nınki oldu. Ama tabi ki de bütün karakterlerin hayatlarının ayrıntısını veremeyeceğim. O yüzden ana karakterle devam edeceğim. Aslında şu an bu yazıyı yazarken olayların sırasını kafamda oturtamadım ki zaten amacım kitap hakkında insanların kafasında bir fikir oluşturmak sadece. Her şey Toru ağabeyimizin ve karısının (Kumiko) kedisi (Noboru Vataya ama ilerleyen sayfalarda Uskumru) bir gün ansızın kaybolur. Toru ağabeyimiz ve Kumiko ablamız için kedi önemlidir ve acilen bulunması gerekiyordur -özellikle Kumiko ablamız kedinin bulunmasını daha çok istemektedir. Bunun ardından Toru ağabeyimiz karısının yardımıyla tanıştığı Malta Kano -mistik güçlere sahip bir ablamız- ile buluşup kedinin bulunup bulunmayacağı, bulunursa eğer ne zaman bulunacağı hakkında görüşürler fakat bu görüşmeler zamanla amacından sapar ve Kumiko'nun ağabeyi Noboru Vataya ve onun zırvalıklarından,Toru ağabeyimizin yaşayacağı birtakım olaylar söz konusu olur. Malta Kano'nun yaşam öyküsü derken sahneye kız kardeşi Girit Kano girer. Malta Kano hakkındaki düşüncem değişmeyecek -biraz gereksiz olduğu hakkında- ama Girit Kano ile hikaye biraz ilerliyor. Yani bu arada yeni karakterler de giriyor; Teğmen Mamamiya gibi. Bana göre en akılda kalıcı hikaye onunkiydi. Yazar kitapta neredeyse her karaktere başrol koltuğu bir süre vermiş anlayacağınız.  Fakat bütün bunlara nazaran bir karakterden diğerine atlamak ana hikayenin bütünlüğünü bozmuyor. Neyse, nerede kalmıştık? O kişinin hayatıydı bunun öyküsüydü derken Toru ağabey Mamamiya'nın hikayesinden etkilenerek evinin yakınlarındaki terk edilmiş bir evin bahçesinde bulunan kurumuş kuyuya inip inzivaya çekilir. Karısının onu bırakma nedenini ve karısını bulmak için neler yapması gerektiğine dair düşünür. Aslında en başından beri Noboru Vataya'nın -karısının ağabeyi- karısının kaybolması olayında parmağının olduğu biliyor ama kanıtlayamıyordu. Somut bir neden bir türlü eline geçmiyordu. Toru ağabeyimizde bu inzivasından sonra mistik güçler uyanır fakat o bunun farkında değildir, ta ki sahneye Muskat ve Tarçın -Muskat ana, Tarçın oğul- girene kadar. Evet bu iki karakter can alıcı karakterler. Muskat ablamız da mistik güçlere sahiptir bu arada, Toru ağabeyimiz de kuyuyu kaybetmemek için elinden geleni yapmaktadır. Bu da Muskat ile bir anlaşma yapmasına ön ayak olur. Muskat ablamızın mistik güçleriyle müşterilerine yaptığı seansları bundan sonra o yürütecektir. Tabi Kumiko ablamızın kaybolmasının üzerinden bir buçuk iki yıl geçip gidiyor. En sonunda -Tarçın sayesinde- Toru ağabeyimiz karısıyla iletişime geçebiliyor ancak pek tatmin edici bir görüşme olmuyor onun için çünkü karısı inatla ona neden ortadan kaybolduğunu açıklamıyor ve bütün düğümlerin çözülmesi de o itirafın Kumiko ablamızdan gelmesi lazım. Sona gelirsek Kumiko ablamızdan düzgün bir itiraf gelmemekle beraber Toru ağabeyimiz kuyuya yaptığı ziyaretler sonucunda bütün sırrı çözüyor. Tabi ki de her şeyin başı Noboru Vataya! Pislik! 

Bunların dışında tek sıkıntım sonunun beni tatmin etmemesi oldu. Sen kalk altı yüz küsür sayfayı adamın karısı eve dönsün diye oku, kadın hapse girsin!  >.<

Haruki Murakami'nin gerçekten yabana atılamayacak kadar iyi bir yazım şekli var. Çoğu hikayenin iç içe geçmesi bana biraz Saatleri Ayarlama Enstitüsü'nün tekniğini anımsattı. İnsan kendini hikayeye bir kaptırdı mı bir daha zor oluyor kurtulması. Ekleyecek daha başka şeyler bulamadım şu an çünkü kitabı bitirir bitirmez başlamadığım için o anki düşüncelerimi hatırlamıyorum! Hikayesi biraz karmaşık diye erteliyordum her zaman. 


24 Eylül 2019

YABAN KOYUNUNUN İZİNDE: Haruki MURAKAMİ (İnceleme)

Gönderen MGK on 22:59 with Yorum Yok


Arka arkaya uzun bir aradan sonra ilk defa bu kadar çok kitaba yer veriyorum bloğumda. Bu yazmamak da öyle bir şey ki bir kere ara verdin mi hemen formdan düşüyorsun. Tabi insanlık hali bazen beklenmeyen şeyler olabiliyor.

Son zamanlarda keşfettiğim Murakami'nin hastası oldum sayılır. Bütün kitaplarını okuma isteği oluştu bir anda. En azından Gerritsen gibi kitapları birbirini tekrar etmiyor. Yoksa o kadar çileyi bir daha çekemezdim. Her neyse öncelikle adamın yazım tarzının hastası olduğum doğrudur.  Tamam herkes sevemeyebilir ama beni kendine çekti.
Yaban Koyununun İzinde, konusu ilk başta anlaşılmayan kitaplardan. Okuyorsunuz tamam diyorsunuz sonra koyun ne alaka diye bir düşünüyorsunuz. Ben aklımda kalan kadarıyla özetini vermeye çalışacağım:
Broşür basan küçük bir matbaanın(?) iki sahibinden biri olan Sıçan'nın bir arkadaşından (Fare) gelen fotoğrafı broşürlerinin birinde kullanmasından itibaren başlıyor asıl olaylar. Bundan öncekiler ana karakterimizin karakterini ve kişisel hayatını anlatıyor biraz. Kitap normal gibi başlıyor gibi görünebilir ama doğaüstü bir olay söz konusu. Koyunun biri gözüne kestirdiği insanları ve zihinlerini ele geçirip onları üstün zekasıyla kontrol ediyor.  Ardından onlardan yeteri kadar faydalandıktan sonra zihinlerini terk edip yeni kurbanlar arıyor. Hal böyleyken zihinlerini kullanıp attığı insanlar bir boşluğa düşüp koyunun tekrar zihinlerine girmesi için ona ulaşmaya çalışıyorlar. Bunlardan biri olan Patron'un adamları bu broşürdeki fotoğrafın izini sürüp Sıçan'a ulaşıyorlar ve ondan koyunun patronlarına neler yaptığını, koyunu arama nedenlerini anlatıp bu fotoğrafı çeken arkadaşını bulmasını istiyorlar. Sıçan ve sevgilisi de bunun için yollara düşüyor. Fakat Sıçan da arkadaşından uzun süre haber alamadığı için bu arama işi biraz çetrefilli geçiyor. Olaylar ilerledikçe ve Sıçan arkadaşına biraz daha yaklaştıkça olaylar gittikçe garipleşiyor, sevgilisi onu bırakıyor ve Sıçan onunla bir daha görüşemeyeceğini öğreniyor -bunun sebebini hâlâ anlayamıyorum. Uzun aramalar yaptıktan ve türlü badireler atlattıktan sonra arkadaşının son günlerini geçirdiği eve ulaşıyor, orada birkaç hafta geçirdikten sonra da öğreniyor ki arkadaşı koyunun yok olması için kendini feda etmiş. (Sonunu biraz aceleye getirdim ama daha başka nasıl yazabileceğimi düşünemedim o an.)

10 Eylül 2019

UCUBELER: Tess GERRITSEN (İnceleme)

Gönderen MGK on 19:24 with Yorum Yok

Uzun zamandır Tess okumuyordum. İyi mi geldi? Orası tartışılır. Ancak şunu eklemeden edemeyeceğim gereksiz diyaloglar olmayınca kitaplar kısalıyor.
Öncelikle her zamanki gibi özetini vereyim: Kilisenin birinde genç bir kızın cesedi bulunur. Bunlar artık alıştığımız şeyler Tess ablamızda. İşte olay yerinde bir de şüpheliye rastlarlar, sorguya alırlar, cesedi de otopsiye gönderirler. Cart curt. Kendini vampir zanneden kızın katili aslında örümcektir. Bu kadar. Farklı olan şey bu iki gencin kendilerini doğaüstü bir varlık zannetmeleri ve hayatlarını ona göre sürdürmeleri ve kızın ölüm sebebiydi. Onun dışında almaya değer bir kitap olduğunu düşünmüyorum. Kitapçının birine gidip hemencecik bitirebilirsiniz. Tess ablamız da neden bu tarz bir kitap yazdı bilmiyorum ama illüstrasyonlarını beğenmedim açıkçası. Haruki Murakami'nin Tuhaf Kütüphane kitabındakiler daha iyiydi.

08 Eylül 2019

KARDAN ADAM: Jo NESBO (İnceleme)

Gönderen MGK on 19:26 with Yorum Yok



Kesinlikle ve kesinlikle aşırı klasik -ya da klişe-  bir polisiye romanı. Gerek dedektifimizin boşanmış olması gerek karısının yeni bir sevdiceğinin olması ve kendisinin sap takılması gerekse eski aşkının meyvesi bir tıfıl. Bu tarz belirleyici özellikler polisiye romanı ana karakterlerin olmazsa olmazlarından.
Harry ağabeyimiz ki kendisi ana karakter olur  -dedektif olduğunu özellikle belirtmeme gerek olduğunu düşünmüyorum. Dedektifimiz Norveç'te bir seri katil olduğunu iddia ediyor. Ve amirleri ona inanmıyor. E adamlar haklı. Ama ana karakter Norveç'te seri katil var diyorsa vardır. Aksi iddia edilemez ve doğruluğu kesindir. Çünkü ana karakterlerin içgüdüleri kanun niteliğindedir. İçgüdüleri ne derse doğrudur ve tartışmalara tamamen kapalıdır. Dedektifimize Norveç'te kesinlikle bir seri katil olduğunu düşündürten olaylar ülkedeki kadınların hiçbir iz bırakmadan kaybolmasıyla başlıyor ve kaybolan kadınların evlerinin bahçelerinde bir kardan adam bulunuyor her zaman. Tabi katile ulaşana kadar bir sürü kağıt israfına neden olan gereksiz konuşmalar ve olaylar yaşanıyor bu sırada. İşte amirlerinin baskıları, şu bu, ekip arkadaşlarından ölenler ve yaralananlar yok eski karısının yeni sevdiceğinin şüpheli davranışları falan filan. Ve tabi ki de katil uşak felsefesi değişmiyor seri katilimiz Mathias -eski karısının yeni sevdiceği- çıkıyor.

01 Mayıs 2019

MARTI JONATHAN LIVINGSTON: Richard BACH

Gönderen MGK on 01:04 with Yorum Yok



İlk bakışta çocuk kitabı gibi görünen ama aslında insanlara genel olarak sınırlarını zorlamanın o kadar da kötü bir şey olmadığını anlatan biricik (benzersiz kelimesini yazmayı düşündüm ilk başta fakat daha okumadığım -okuyamadığım- o kadar çok kitap var ki doğru kelimenin bu olduğundan şüpheye düştüm) kitap.

Gerçekten başlarda size; "Ben ne okuyorum böyle ya?" dedirtecek türde bir kitap. Üstelik birkaç sayfada bir sürekli tekrar eden martı görselleri kitabın akıcılığını bozmuş O görselleri öyle bir ayarlamışlar ki sağ olsunlar cümle o kadar alakasız bir yerde bitiyor ve bir  bakıyorsunuz en az iki sayfa martılar daha sonrasında cümle tamamlanıyor. Editörlerin ya da bu şeyle kim ilgileniyorsa artık bunu dikkate almaması beni biraz sinirlendirdi açıkçası.

Kitapta yazarın üstünde durduğu mantık çoğu kişisel gelişim kitaplarında detaylandırılmış bir şey olsa da onlardan farklı olan tarafı tabi ki de bir olay örgüsüyle anlatılması. kişisel gelişim kitaplarında anlık gelen bir gaz vardır sizi şişirir fakat kitap bitince hemencecik söner işte bu kitapta biraz daha uzun sürüyor o olay. :)  Konusu da şu: Martı Jonathan'ımız çoğu martıdan farklı olarak daha hızlı uçmayı istiyor ve bunun için çalışıyor ve sürüsünün onu dışlamasını görmezden gelip kendi bildiğini okuyor. Başarılı da oluyor tabi. Fakat toplumların -insanlığın-  her zaman yaptığı gibi Jonathan'ın yaşamı belli bir süre sonra efsaneye dönüştürülüyor hatta onun için tapınak bile yapıyorlar  -bu duruma hiç şaşırmadım şahsen. Sonra Jonathan'ın yetiştirdiği öğrenciler Jonathan'ın felsefesini yeni nesillere aktarıyor. Yeni nesil de Jonathan'ın amacını anlamayıp sadece lafta hareket ediyorlar. Öyle işte.  ¯\_(ツ)_/¯ 

25 Şubat 2019

OLAĞANÜSTÜ BİR GECE: Stefan ZWEIG

Gönderen MGK on 20:38 with Yorum Yok



Kitabı henüz bitirmişken yazayım dedim. Aslında üzerinde konuşulacak pek bir şey yok. Beklentilerimi karşılamadı kendileri. O kadar abartılacak bir yanının olduğunu düşünmüyorum, sanki sadece sonundaki insanlık dersi için yazılmıştı. Gerçekten "popüler kültür" zımbırtısı kişiyi yanıltabiliyor. Zweig aşağı Zweig yukarı konuşuluyordu fakat insanların neye göre değerlendirdiği de bir merak konusu ayrıca. Aslında kitabı genel hatlarıyla inceleyecek olursak yazarın mekanları anlatış şekli sizi gerçekten oradaymışsınız gibi, insanları anlatış şekli de onları karşınızdaymış gibi hissettiriyor. Fakat olay örgüsü bana göre zorlama olarak ilerlemiş diyebilirim. Son üç sayfasına kadar bu olayların sonunun nereye bağlanacağını merak ediyordum, çünkü gerçekten saçma bir bağlam olmuş bence.

05 Şubat 2019

İMKÂNSIZIN ŞARKISI: Haruki MURAKAMİ (İnceleme)

Gönderen MGK on 22:04 with Yorum Yok


Uzun süredir okumayı istediğim bir kitaptı. Sağ olsun ikizim bana sürpriz yapmış ablamla bir olup.  Murakami'nin okuduğum ilk kitabı değildi ama okumayı dört gözle bekliyordum. Biraz da arada kalmıştım; çünkü bir kısım kitaptan övgüyle bahsediyor diğer kısım da yere gömüyordu. Ben bayıldım kitaba. İlk başlarda pek anlaşılmıyor olabilir fakat ilerledikçe olay örgüsü sizi çekiyor ve bırakamıyorsunuz. Aslında bu tarz kitaplar okumayı sevmezdim ama Saatleri Ayarlama Enstitüsü bana bu tarz kitapları da sevdirdi. Yani biraz benzedikleri söylenebilir ama bana sorarsanız Saatleri Ayarlama Enstitüsü derim. Gerçekten ilkler her daim kişi için en güzelleri/önemlileri oluyor. Kısaca konusuna değinmek istiyorum:

Toru Vatanabe bebişimiz bir uçakta yolculuk yaparken başlıyor olay. Bu yolculuk esnasında Beatles grubunun Norweigan Wood şarkısı, onu lise ve üniversite yıllarına uçuruyor. Tabii en önemlisi platonik olduğu biriciği Naoko'dan yola çıkıyor, oradan liseye ve arkadaşı Kizukiye oradan da üniversite zamanlarına. Kizuki cancağızımız Toru'nun tek ve en iyi arkadaşıdır, Naoko da Kizuki'nin sevgilisi -kız arkadaşı. Bu üçlü beraber takılıyor durmadan fakat gel gör ki  bu Kizuki intihar eder günün birinde -hâlâ merak ediyorum neden olduğunu, o anda ne düşündüğünü, Murakami açıklamamış sağ olsun. Toru etkilenir haliyle, Naoko'yla iletişimi de kesilir doğal olarak. Köprünün altından biraz sular aktıktan sonra -Toru üniversitenin ilk yılındayken- trenin birinde Naoko'yla karşılaşır. Çocuğun hayatı değişir ondan sonra zaten, neyse. Beraber yürüyüşlere çıkmaya başlarlar falan filan zaten psikolojik sorunları olan Naoko  da intihar eder.  Naoko'nun ölümüne kadar olan zamanda Toru'cuğumuz birçok kişiyle tanışır ama hiç kimseyi Naoko kadar kendine yakın hissedemez. Ta ki Midori adlı bir kızla tanışana kadar. Bundan sonra Toru, Midori Naoko arasında gidip gelse de sonunda Midori kızımızı seçer. Amma velakin Naoko'nun ölümünden sonra bir buhrana düşer. Bir ay boyunca Japonya'nın kentlerinde dolaşır derken bir ayın sonunda Midori'yi arayıp "Bu dünyada tek istediğim sensin." der.



   Yazılması gereken daha çok şey vardı fakat ayrıntılara inersem kitabın büyüsü bozulur. Yani aslında Toru kendini pasif olarak görüyor gibi geldi bana ve insanlar üzerinde kalıcı bir etki bıraktığının farkında değil. Çünkü neredeyse tanıştığı çoğu kişi ondan kolay kolay vazgeçemiyor. bir ara ben bile Toru gibi bir arkadaşımın olmasını istedim. Ve şunu da belirtmek isterim ki cinselliği kaldıramayan kişiler kitaptan pek hoşlanmayabilir -ikizimin kulakları çınlasın- ilk başlarda çok sık yok ama sayfalar ilerledikçe artıyor.
   Kitap bittikten sonra şunu da fark ettim ki Murakami toplumda alışılagelmiş olan bazı
 -yazılmamış- kuralları yıkmaya çalışmış.

09 Aralık 2018

KONGO'YA AĞIT: Jean Christophe GRANGE

Gönderen MGK on 15:45 with Yorum Yok

Yazım spoiler içeriyor.

Grangé sevdam durdurulamaz bir şekilde devam ediyor. Fakat artık kitaplarını okurken konu akışına pek fazla heyecanlandığım söylenemez. Çünkü adamın tekniği değişmiyor. Nedenini bilemediğim bir şekilde de okumaya devam ediyorum (burada kendime göz devireyim). Kız kardeş artık yok. Hiç de üzülmedim açıkçası. Bekliyordum böyle bir şey. Morvan kardeşler "baba bizim babamız hem nefret ederiz hem de biri ona laf atarsa arkasında dururuz" mottosunu benimsemişler. Babaları ölünce hepsi hemen bi' intikam alma derdine düştü. Bu olay beni 'birazcık' şaşırttı.  

Lontano'nun devamı olur kendileri. Öncelikle burada Erwan'cığımız Afrika'ya babasının geçmişini öğrenmek için gider. Tabi ki de başına türlü türlü belalar gelir ve kendileri VIP olduğu için belalardan pek fazla hasar almadan kurtulur. Lontano yazımda belirttiğim gibi annesi sandığı kişinin aslında öz annesini öldürdüğünü öğrenir, babası da bu işin içinde tabi ki. Babasının ruhsal sorunlarını öğrendikten sonra ona bakış açısı değişir (benim pek değişmedi açıkçası). Bütün bunlara ek olarak babasının Afrika'da yakalattığı bir seri katil olan Pharabot'nun aslında ölmediğini de öğrenir ancak iki kitapta da işlenen cinayetlerin faili değil. Neden? Çünkü Grangé hiçbir zaman katili bu kadar beklenen biri yapmaz. Katil ben bile çıksam hiç şaşırmam artık Grangé sağolsun. Katili yazıp büyüsünü bozmayayım bari. Daha başka kişilere de değinmiş Grangé ama onları yazmaya eriniyorum ve gerek görmüyorum açıkçası. Çoğu olay kitabı doldurmak için yazılmış gibi hissettim biraz. Yani kitabın son 150 sayfası okunsa bile anlaşılır hemen hemen neler olduğu.